Kamusal Alan ve İstanbul Sözleşmesi Üzerine Bir Deneme
--
Türkiye halkının sokağa rahatlıkla çöp attığı, mahalle içinde gürültü ettiği, trafikte usturuplu davranmadığı vs. açıkça gördüğümüz ve sıkça şikayet ettiğimiz şeyler. Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın Flaps Club Youtube kanalındaki röportajında (video linki) bu durumun halkın zihninde kamusal alanın yer almadığından kaynaklandığını, böyle olduğunda ise sıradan insanın kamusal alanda ancak özel alanını olabildiğince genişletme çabasıyla yer aldığını açıkladığına denk geldim ve bu bana da çok doğru geldi. Şöyle ki referans aldığımız uygar ve liberal bir toplumda üç farklı alan vardır. Bunlar özel alan, kamusal alan ve devletin alanıdır.
Özel alan bizim mülkümüzün başladığı yerdir. Apartman dairemizdeki kapının kapatıldığı eşik, arsamızın başladığı yer, otomobilin içi veya çantamızın, cüzdanımızın içi. Özel alan bize aittir ve bu alana devletin bile müdahalesi normal şartlar altında kayıtsız-koşulsuz değildir.
Devletin alanı kolayca kavrayabileceğimiz gibi devletin asayişi, düzeni, yasal koşulları devam ettirmeyi sağlamak için elinde olan hareket alanıdır.
Kamusal alan ise ne devletin doğrudan müdahale ettiği, ne de özel alanların çarpıştığı bir yerdir. Bu alan uygar toplumun bir paylaşım alanıdır. Apartman dairenizin kapı eşiğinden bir adım sonrası kamusal alana girer. Doğalgaz saatlerinin, su saatlerinin bir memurun girebileceği kamusal alanda olması şartı bu sebepledir.
Gündelik yaşamda kamusal alanın nasıl olmadığına bakalım. Sokakta en sık gördüğümüz şeylerden biri dükkanın önüne otomobil park etmemesi için konulmuş duba, koni, tabure gibi şeyler olmalı. Mülk sahibinin dükkanının bir adım sonrası kamusal alan olmasına rağmen özel alanını olabildiğince artırarak kendini orada tutuyor. Otomobili park edecek kişiyi tehdit edebiliyor.
Trafikte dörtlü ışıkları yakıp herhangi yerde bekleme yapmak da bununla ilişkilidir. Sadece acil durumlarda kullanılan bu dörtlü ışıkları, oraya önce varan biri için kısa süreli özel alanı olarak kullanılabiliyor.
Bunun gibi örnekler çeşitlendirilebilse de bana öyle geliyor ki kamusal alanın yokluğunun en büyük göstergelerinden biri yere çöp atmaktır. İnsanların paylaştığı bir kamusal alan olmadığı için bu alanın doğal olarak değeri de yok. Üstüne üstlük uyarmayı denediğinizde şu cevabı almak çok olasıdır “Sana ne oluyor sen polis misin?”. İşte tam burada anlaşılıyor ki geriye sadece özel alan ve devletin alanı kalmıştır.
Ortalama bir batı medeniyetini ilk defa ziyaret etmiş birinin kamusal alanda rahat ettiğini söylediğinde bu rahatlığın ilk defa kamusal alanla karşılaşmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Kamusal alanın yok edilmesinin sadece eğitimsiz kesimde gerçekleşmediğini, tersine en gelişmiş saydığımız semtlerde de bunun aynısı olduğunu savunuyorum. Herhangi restorana, cafe veya bara gidin ve masalara bakın. Burada kamusal alanı paylaşan bir grup insan yerine kendi masalarını özel alan ilan etmiş ve buradan dışarı kendini kapatmış birçok grup insanı görürsünüz. En “eğlenceli” mekanlarda bile bir tedirginlik hakimdir ve çatışmalar da zaten bu özel alanların çarpışmasından kaynaklanır.
Bu görüşü bir arkadaşımla konuşurken bana kadının olmadığı yerde bir nebze kamusal alan anlayışının gerçekleşebildiğini söyledi. Bu bana da kayda değer bir fikir geldi. Bir kıraathaneye veya halısaha maçına giden bir erkek farkı hemen görecektir. Kadının olmadığı yerde özel alan ihtiyacı da azalıyor ve ortak bir alan özel alana veya devletin alanına gerek kalmadan rahatlıkla paylaşılabiliyor. Kadının mülkleşmesi, daha doğrusu kadının mülk görülmesine rağmen mülk değilmişçesine ortak alanımızda bulunması, özel alan ihtiyacını körüklüyor olabilir mi?
Kadını insan yerine koyan hiç kimsenin İstanbul Sözleşmesi ile bir derdi olmaması lazım. Acaba İstanbul Sözleşmesi ile devlet kendi alanını, halkın aile içi, ev içi gibi özel alanından alarak büyütüyor, hem de bunu en kritik olan kadın “metasından” tutarak yapıyor olduğu için mi bu kadar tepki çekiyor? Bu soruları ortaya koyduktan sonra sorunun teknik hukuki birtakım boşluklardan değil daha temelden kaynaklandığını düşünüyorum. İster doğu kültüründen ister İslam dininden veya herhangi bir nedenden kaynaklandığını öne sürelim, halkın yaşantısının batılı ilerlemeci ilkeleriyle hala çatıştığı açıktır.