Arı Rasyonaliteden Davranışsal Paradigmaya: Aklın Dolambaçlı Yolu

Fatih Boyar
5 min readNov 21, 2022

--

Bu yazı yüksek lisans tezimin birinci bölümünde yer alan rasyonalitenin davranışsal paradigmaya giden yolunu tarihsel olarak kısaca özetleyen bölümüdür. Teze bu linkten ulaşabilirsiniz: https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp

Düşünce tarihinde bir temel olarak hemen her zaman Antik Yunan Medeniyetine (İÖ 776 — İS 338) atıfta bulunulmaktadır. Dönemine göre bir çeşit ilkel bilim olarak da görülen Antik Yunan Felsefesi, 19. Yüzyılın ortalarına kadar Avrupalı düşünceyi taşıyan bağlamın oluşmasına en büyük katkıda bulunmuştur. Bu dönemden itibaren maddenin yapısı, varlık ve oluş problemleri, politik ve sosyal problemler üzerine yapılan çalışmalar devrimci nitelikte olmuş, günümüzde belirli değerlerin devamı olarak süregelmiştir.

Yunan düşüncesiyle birlikte ilk kez akılcı/rasyonel düşüncenin ortaya çıktığı birçok yazar tarafından kabul edilmektedir. “The Discovery of the Mind” adlı ünlü kitabında Yunan düşüncesinin insanlık tarihine en büyük katkısının, kitabın adından da anlaşılacağı üzere “zihnin keşfedilişi” olduğunu iddia etmektedir. Yazara göre Antik Yunan’da, efsanevi (mitik) ve salt akılcı (rasyonel) düşünce ayrımı ortaya çıkmış, o tarihten bu yana düşüncenin önemli bir unsuru olarak devam etmiştir. Platon, öne sürdüğü mükemmel cumhuriyetten şairleri (mitolog) kovmuş, akademisine ise geometri (genel olarak analitik anlamda matematik) bilmeyenleri kabul etmemiştir. Aristoteles de insanın doğasındaki öğrenme edimini salt öğrenme eylemi için var olduğunu iddia etmiştir. Yunan düşüncesiyle artık mitologlardan filozoflara, teogonilerden kozmolojilere, sonuç olarak mithostan logosa geçiş diye adlandırılan kayda değer değişime işaret edilmektedir. Kısaca mithos mitolojik öğretiyi ifade ederken logos ise akıl demektir.

19. yüzyılda hâkim olan pozitivist felsefenin etkisiyle Antik Yunan düşünce dünyasının, özellikle Sokrates öncesi doğa filozoflarının ampirist ve bilimsel özellikleri üzerine tek yönlü bir vurgu bulunmaktaydı. Günümüzde, bu dönemin kesin bir dinsel kaygıdan uzaklaşma olmadığı, bu düşünürlerin hem bir çeşit bilim insanı hem de teolog oldukları kabul edilmektedir. Böylelikle mithostan logosa geçiş gibi keskin bir ayrım, artık yaygın olarak kabul görmemektedir. Ancak evreni anlama, açıklama gibi kaygılar benzer şekilde Yunan şairlerinde ve filozoflarında bulunsa da bahsedilen “zihnin keşfedilişi” köklü bir yöntem farkından kaynaklanmaktadır. Bu geçiş ile doğanın işleyişi, evrenin başlangıcı, varlık problemi gibi süregelen birçok soru artık kökten bir rasyonalite iddiası ile yeniden düşünülmeye başlamıştır. Eski Yunan düşünürleri logos kavramına mantık, hesap, ölçü, hakikat, adalet, tanrısal bilgi vb. birçok anlam yüklemiş ve logosu birden fazla doktrine bölmüş olsalar da bu kavramın rasyonalitenin kökeninde yer aldığı genel kabul görmektedir.

Antik Yunan felsefesinin mirasını erken Orta Çağ döneminde İslam dünyası devralmış, sonrasında birtakım eklemeler ve geliştirmelerle Avrupa’ya iletmiştir. Bu süreçte hem Müslüman hem de Hristiyan filozofların Antik Yunan felsefesini, özellikle Aristoteles’in öğretilerini kendi teolojileriyle uzlaştırma çabalarının olduğu bilinmektedir. Böylece bir çeşit akıl/rasyonalite anlamında logos kavramı, Orta Çağ’da büyük ölçüde Tanrı’nın ilmi veya Tanrısal hakikat olarak kullanılmıştır. Ancak 16. yüzyıl Avrupa’sında Rönesans olarak adlandırılan dönemde Antik Yunan literatürüne bakış yenilenmiş, hümanist değerler önem kazanmıştır. Sanat, mimari ve politika gibi birçok alanda klasik döneme öykünme olduğu gibi, felsefe ve bilim alanında bir çeşit seküler değişim yaşanmıştır. Bu dönemin düşüncesinde, “İlahi bilgiye ortak olma” öncülünün aksine “İnsanlık doğayı ve toplumu nasıl kontrol edebilir” sorusu temel alınmaya başlamıştır. Böylelikle rasyonalite, bir çeşit bilimsel metot ile ilişkilendirilmeye başlamıştır.

Değer temelleri Rönesans’ta bulunan Aydınlanma Çağında artık bilginin kaynağı ancak insan aklı ve gerekçelendirmeye (reason) bağlanmıştır. Aydınlanma düşünürleri, rasyonalitenin bu yeni bağlamını oluşturmakla kalmamış, bilimsel metot ile toplumların geliştirilebileceğini ve ilerletilebileceğini öne sürmüşlerdir. Böylelikle Antik Yunan düşünürlerinin ve Ortaçağ teologlarının aksine rasyonalite etik değerlerden ayrışmış, yerine fayda gibi normatif olmayan bir fonksiyon eklenmiştir.

19. Yüzyıla gelindiğinde ise rasyonalite, hâkim olan pozitivist felsefenin etkisiyle tamamen bilim ve teknoloji ile bağlantılı hale gelmiş ve objektifliğin metodolojik belirleyicisi olmuştur. Rasyonel, bilimsel düşüncenin insanlığın tüm sorunlarını çözebileceği ve hem bilimde hem de toplumda istikrarlı bir ilerleme olduğu fikri hakimdir. Bilimsel metot olarak ampirizm, yani doğanın özelliklerini kavrayabilmek için bilginin ancak deney ve gözlemden gelebileceği kabul edilmiştir. Böylelikle deney ve gözlemin mümkün olmadığı metafizik konuların sübjektif olarak tanımlandığı gibi değerler problemi de bilim dışına atılmış ve rasyonalite çerçevesinden çıkarılmıştır. Kısaca modern dönemde rasyonel olmak, objektif olmak ve değer yargılarından kaçınmakla özdeşleştirilmiştir.

20. yüzyılda pozitivist anlamda rasyonalitenin evrensel olma ve hedef odaklı/değerden arındırılmış olma iddialarına, post-modern olarak anılan düşünürler birçok eleştiri getirmiştir. Lyotard (1979) “Postmodern Durum” adlı eserinde, rasyonalitenin sosyal bir fenomen olduğunu ve belirli sosyal gruplar özelinde göreceli olduğunu iddia eder. Eserinin girişinde şu şekilde açıklar:

“… hakikat değeri taşıyan bir söylemin göndericisiyle alıcısı arasındaki uzlaşının kuralı, ancak tüm us yürütücü zihinlerin olası oybirliği perspektifinde yer alıyorsa kabule şayan sayılacaktır: Aydınlanma devrinin büyük anlatısıdır bu…”

Böylelikle rasyonalitenin evrensel niteliğini reddetmiş olup, göreceliliğine işaret eder. Tamamıyla göreceli bir anlayışta hiçbir hakikat kabul edilemezken, pozitivist anlayışta bütün hakikat doğrulanabilir.

Biri görecelilik diğeri ise pozitivizm olarak rasyonalite anlayışının iki kutbu olduğu görülse de ikisini de reddetmeyen ve daha kapsayıcı, orta noktada değerlendirilebilecek bir rasyonalite inancı bulunmaktadır. Karl Popper’ın (1902–1994) eleştirel rasyonalite (critical rationality) felsefesi bunun bir örneğidir. Popper’a göre toplum, kendi problemlerini deneme yanılma yoluyla çözerek var olur. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler de bu problem çözme ediminden doğmuş ve gayretli bir test etme yöntemiyle, yani yanlışlamayla gelişimini sürdürmüştür. Popper özgür bir eleştirel düzlem önermiş, böylelikle açık toplum (open society) fikrini öne sürmüştür. Benzer bir örneği Jürgen Habermas’ın (1929 — ) iletişimsel eylem teorisinde (theory of communicative action) görülmektedir. Habermas pozitivistlerin önerdiği anlamda rasyonalitenin tek boyutlu olmasına karşı çıkmakta ve etik gibi sübjektif hakikat iddiaları için de uygulama alanı sunmaktadır. Böylece rasyonelliğin anlamı, insanlar arasındaki uzlaşının kuruluşu haline gelmekte ve özünde iletişimle bağlantılı olmaktadır. Özel bir iletişim türü olarak açık diskur veya açık iletişim evrensel niteliğini oluştururken belirli uzlaşıya zorunlu olması bakımından görecelidir.

Bir yanda evrensel kriterlerini ortaya koyma çabaları, diğer yanda ise bu yapının görecelilik itirazları olmak üzere rasyonalitenin kavramsal anlamı üzerine tartışmalar süregelmektedir. Bu tezin kapsamında ise rasyonalitenin ekonomi bilimi çerçevesinde, özellikle karar alma üzerine çalışmalarda izlediği yol odak olarak alınmaktadır. 20. yüzyıl başlarına kadar insan modernist anlamda rasyonel eyleyen olarak kabul edilmiş, bir oyunun olası getirisini hesaplayıp bu getiriyi maksimize edecek şekilde karar aldığı varsayılmıştır. Sonrasında insanın riskten kaçınma eğilimi göz önüne alınmış ve beklenen fayda teorisi yaygın kabul görmüştür. Ancak 20. yüzyılın ortasına gelindiğinde belirli çerçevede beklenen fayda teorisinin karar alma davranışını açıklayamadığı fark edilmiş, “sınırlı rasyonalite” kavramı ön plana çıkmıştır. Karar alıcıların optimum çözümü bulacağı kabulü yerine içinde bulunduğu durumu, bilgi düzeyini, karar almak için ihtiyacı olan zamanı gibi faktörlerin dikkate alınması, rasyonalite kavramının göreceliliğe doğru değişimini göstermektedir. İnsanların bilişsel yanlılıklarının (cognitive bias) ve sistematik hatalarının keşfi ile de davranışsal paradigma yaygınlaşmış, hatta Kuhn’un (1922–1996) öne sürdüğü gibi bir paradigma değişimi yaşanmış ve modernist anlamda rasyonalitenin itibarını yitirdiği görülmüştür. Günümüzde davranışsal paradigma, ekonomi, lojistik, yönetim-organizasyon gibi birçok alanı içine almıştır ve bu paradigma içinde çalışmalar süregelmektedir.

--

--

Fatih Boyar
Fatih Boyar

Written by Fatih Boyar

Wondering around probability, data science and philosophy. Aim is to be less wrong. Rationally Curious.

No responses yet